Bugün dünya sulak alanlar günü…
Göksu Delta'sında kışlayan bir Büyük Beyaz Balıkçıl.
Kaleme aldığım bu yazı 16 Ekim 2021 tarihinde Yetkin Report’da yayınlanmıştı. Burada bazı eklerle tekrar paylaşıyorum.
Paris İklim Sözleşmesine katıldığımız bugünlerde yakaladığımız ivmeyle sadece iklim krizi değil, aynı zamanda ülke olarak sahip olduğumuz biyoçeşitlilik ve kaybettiğimiz habitatlar hakkında da farkındalığımızı artırmalıyız. Örneğin kuraklık, yaşadığımız gezegen için artık bir sonraki pandemi olarak tanımlanıyor. Kuraklığın getirdiği en önemli maliyet ise kuruyan göl, gölcük ve iç sulak alanlarımız. Türkiye, 1971 yılında imzalanan ve sulak alanların korunması ve sürdürülebilir kullanımını sağlamayı amaçlayan uluslararası Ramsar Sözleşmesi’ne göre önemli sulak alanları sınırları içinde bulunduran bir coğrafya. Sadece gölleri düşündüğümüzde 7170 kilometre karelik yüzölçümüne eşdeğer göl varlığımız bulunmakta. Sulak alanlar için önemli olan bu coğrafya elbette su kuşları ve farklı biyoçeşitlilik bileşenleri için de önemli. Sadece üreyen su kuşlarını düşündüğümüzde Avrupa’da öncelikli olan 102 kuş türünün değişmez yaşam ortamı sulak alanlar. Burada BBC için yapılan kısa belgeseli de paylaşmak yerinde olacak.
Türkiye'nin gölleri kuruyor.
Sulak alanlar bakımından Türkiye
Derin veya sığ göller, bataklıklar, sazlıklar büyüklüğüne bakılmaksızın sulak alan olarak tanımlanabilir. Fakat, Ramsar Sözleşmesi sulak alan tanımını geniş tutmuş ve daha kapsamlı bir tanım yapmış. Bu tanıma göre, derinliği 6 metreyi geçmeyen (deniz kıyısındaki yerler dahil) az veya çok tuzlu su kütleleri ile tatlı su, durgun veya akan sular, sulak çayırlıklar, bataklık alanlar, deniz kıyısındaki tatlı ve tuzlu suyun buluştuğu acı su ortamları sulak alanlar olarak tanımlanır. Türkiye, iç ve kıyı sulak alanları bakımından komşularıyla karşılaştırıldığında oldukça zengindir. Hatta Türkiye’nin bu alanda tek rakibi Rusya’dır. Fakat Rusya’nın geniş yüzölçümünü düşündüğümüzde karşılaştırmanın da çok adil olmayacağını söyleyebiliriz. Türkiye’de mevsimsel olarak kendini gösteren geçici gölcükler ve bataklıklar hesaba katılmasa bile sürekli suyun bulunduğu alanların sayısı kabaca 300’ü bulmakta. Bu alanlar toplam 10 bin kilometre kare ile neredeyse Marmara Denizi’nin yüzölçümüne ulaşıyor. Yani, Türkiye yüzölçümünün yüzde 1,2’sine.
Rakamlarla sulak alanlarımız
Türkiye’de 13 sulak alan Ramsar Sözleşmesi ile koruma altında. Koruma eylemlerine rağmen, Türkiye’de son 50 yıl içinde toplam 1,3 milyon hektar, yani Van Gölü’nün üç katı kadar sulak alan kayboldu. Tuz Gölü, yer altı suyunun aşırı kullanımı nedeniyle şiddetli tehdit altında. Konya kapalı havzasında toplam 67 bin kaçak kuyu rapor edilmiş durumda. Bu sayı günümüzde artıyor ve Tuz Gölü eşsiz biyoçeşitliliği ile hızla yok oluyor. Türkiye’de sulak alanlarımızı etkileyen en önemli tehditlerden biri hidroelektrik santralleri (HES). Türkiye’de toplam HES projesi sayısı bugün itibariyle 1700’lü rakamlara ulaşmış durumda. Ayrıca, inşaat faaliyetlerini de unutmamak gerekiyor. Artan insan nüfusunun bir ürünü olarak yaşam alanlarının hızla bozulması sulak alanları da etkiliyor.
Tek neden kuraklık mı?
Tabi ki hayır!… İnsan baskısı, drenaj faaliyetleri ve elbette küresel ısınmaya bağlı iklim değişimi. Ne acıdır ki bu sebeplerden dolayı yakın geçmişte birçok sulak alanı kaybettik, bunların arasında en dikkat çekici olanlardan biri Kırşehir il sınırları içinde bulunan ve uluslararası öneme sahip Seyfe Gölü.
Bu sorunun şüphesiz birçok yanıtı var. Ben, burada en önemlilerinin kısaca altını çizmeye çalışacağım.
– Plansız HES ve baraj projeleri geçmişten günümüze süreklilik kazanmış bir tehdit. Akan her damla suyu enerjiye çevirme arzusu bulunduğumuz coğrafyada biyoçeşitlilik başta olmak üzere doğal dengeyi alt üst ediyor.
– Tarımda aşırı su kullanımı, insan nüfus artışı ile birlikte besine duyulan ihtiyacın bir yansıması olarak algılanabilir. Beyşehir Gölü, Tuz Gölü, Kulu Gölü, Eber Gölü drenaj ve aşırı sulama nedeniyle yok olan ve/veya tehdit altına giren sulak alanlarımıza vahim örnekler.
– Kirlilik, evsel, endüstriyel ve tarımsal atıklarla sulak alanların hızlı bir şekilde kirlenmesine neden olmakta. Bu düzeyde yaşanan kirlilik suyun oksijenin azalmasına bağlı olan plankton ve alg gibi besin maddelerinin hızla artması (ötrofikasyon) sürecini hızlandırmakta, su kalitesini ve ortamlardaki türlerin yaşayabilirlik şansını düşürmekte.
– Avcılık dönemi dışında yapılan av ve balıkçılık faaliyetleri sulak alanlarımızın doğal dengesini şüphesiz bozmakta. Beyşehir ve Eğirdir gölleri avcılık faaliyetleri ile bozulan sulak alanlarımıza örnek olarak gösterebilir.
Sulak alanlar Türkiye için bir hazine niteliğinde, biyoçeşitlilik için de kritik önemde. Sadece bu nedenle bile sulak alanlar korunması gereken yerler. Ülkemizde son 50 yıl içinde sulak alanların yarısı ekosistem özelliklerini kaybetti. Dünya Doğayı Koruma Vakfının (WWF) Yaşayan Gezegen Raporu’na göre, 1970-2012 yılları arasında omurgalı türlerinin popülasyonlarında yaşanan en büyük azalma % 81 ile sulak alan türlerinde meydana geldi. Bu türlerin %25’i ise küresel ölçekte yok olma tehdidi altında. Bu nedenle, acil önlemlerin hızla alınması ülke olarak önceliklerimiz arasında olmalı. İklim ve biyoçeşitlilik krizlerini yaşadığımız insan çağında kaybettiklerimizi kazanma şansımız ne yazık ki yok. Öyleyse sürdürülebilir bir gelecek için artık elimizde kalanları korumak zorundayız. Paris İklim Sözleşmesini imzalamamızın getirdiği pozitif ivmeyle, su kaynaklarımız ve sulak alanlarımız için de somut adımlar atma zamanı çoktan geldi de geçiyor.
Metne ilişkin ses kaydını dinlemek için tıklayın.
Comments
Post a Comment